Ekoloji ve Romantizm Kültü - I




Yazar: Chaia Heller
Türkçeleştiren: Esra Çelik



Ekolojik krize dair farkındalık, 1972’de, astronotların gezegenimizi ilk kez fotoğraflamasıyla zirve yaptı: Mavi ve yeşil sarmalların tepesinde kirli hava kümeleri konuşlanmıştı. “Gezegen ölüyor” serzenişi herkesin dilindeydi. Dünya bir anda “Toprak Ana” olarak kişileştirildi ve ulusal bir miras, duygu yüklü bir nesne olarak addedilmeye başladı. Şimdilerde doğayı sömürülmekte olan bir kadın; idealleştireceğimiz, koruyacağımız, toplumun kendini dizginleme acizliğinden kurtaracağımız, Meryem Ana temsiline benzer bir kült olarak yorumluyoruz. Bu gelişmeden yirmi yıl sonra, 1992’nin Dünya Günü’nde ise politikacıların, kurumsal yöneticilerin ve derin ekoloji yaklaşımını savunanların romantik, ekolojik bir dramın içine düştüklerini; biçare “Doğa Hanımı” insanın sorumsuzluğundan sakınmaya ve kurtarmaya hazır “çevreci şövalyeler” oluverdiklerini gördük.

Fransa’nın Languedoc bölgesinde yaşayan halk ozanları zamanında, 12. yüzyılda ortaya çıkan romantik aşk kültü, günümüzün kadın ve doğa tasvirine dair imgelerde ve metaforlarda yaşatılmaya devam ediyor. “Doğa Ana” temsillerimiz, ‘ideal kadının’ fantezisine, erkeğe dayanan romantik geleneklerle kuşanmış durumda. Üstelik, romantizmin/romantik olanın bu kültü doğaya da dayatılıyor. Mevcut eko-dramanın kullandığı metaforlar ve mitler, kadınlar hakkında yazılan romantik eserlerden rol çalarak doğayı idealize etmek için kullanılmaya başladı. Ekoloji hareketleri, özellikle son zamanlarda romantik imgelere dayanan literatürlerini genişletti. Romantizm kültü, “insanlığı” zavallı, ideal “Doğa Ana”ya acımaya zorluyor.

Ancak, romantik ekolojinin tekinsiz bir tarafı var. Doğanın aşka ve hayranlığa layık olduğunu vurgularken, kadınların değersizleştirildiğini göz ardı ediyor. Romantik ekoloji, bunu meşrulaştıran ataerkil, devlet odaklı ve kapitalist ideolojilere ve kurumlara, tahakkümün temsillerine meydan okumayı başaramıyor. Gariptir ki, romantik çevre bilimciler aynı ideolojilerin doğanın değersizleştirilmesini de meşru kıldığının ayırdında değil. Romantik ekoloji, topluma sızan tüm bu kurumlara ve ideolojilere karşı mücadele etmektense, “Doğa Hanım”ın katlini açıkça üstlenen “insan doğası”, “teknoloji” ve “Batı medeniyeti” kılığındaki ‘canavarlara’ savaş açmış durumda.

En ölümcül olanı da, romantik ekolojinin sıklıkla idealizm, himaye ve öz-denetim adı altında kadına yöneltilen nefret tutumunun üstünü örtüyor oluşu. Üstelik, kadınların özgürleştirilmesine öncelik vermeyi reddetmekle kalmayıp, kimi durumlarda doğanın yıkımından onları sorumlu tutuyor.

Bu bölüm, romantizm kültünün keşfine ayrıldı. İlkin, Ortaçağ şiirlerinde tasvir edildiği haliyle idealleştirmeye, himayeye ve kadınlara dayatılan kısıtlamalara karşı takınılan romantik tutumu inceleyecek; ardından günümüzde çevrecilerin ve çevre bilimcilerin bu tutumu (belki de farkında olmadan) doğaya nasıl yakıştırdıklarını örnekleyeceğim. Romantizm kültünün, kadının ve doğanın sömürüsünü nasıl ebedileştirdiğini sorgulayacağım. Nihayetinde, doğayı tanımak ve ona kıymet vermek için (sevgiye/aşka dair fikrimizi radikal bir biçimde yeniden kurmayı gerektiren) post-romantik, özgün bir yol sunmuş olacağım.

Doğanın romantikleştirilmesini incelemeden önce, Orta Çağ’da kadınların (aşk şiirlerinde betimlendiği üzere) nasıl romantikleştirildiğine değinmek gerekir. Orta Çağ romantizminin tarihi, mum ışığında yenen akşam yemekleri, kızıl gün batımları ve cinsellikten ibaret olan “modern romantizm”in aksine, yarım kalan aşklarla doludur. Tristan ve İsolde’nin hikâyesindeki gibi, aşıklar sevgilerini fiziksel olarak nadiren belli ederler. Onun yerine, kendini tutkulu aşk şiirleriyle gösteren, zihinde vuku bulan asil ve zarif bir romantizm inşası vardır.

Pek çok tarihçi, romantik aşkın köklerini Platon’a kadar götürür. Platon’un aşkı, dünyayı maddesel ve tinsel olarak iki farklı çatışkıyla tasvir eden Platon dualizminden olagelmiştir. “İdealar” (ruh) aleminin, gelip geçici ve ölümlü “maddeler” (beden) aleminden üstün olduğu varsayılır. Bu sebeple, entelektüel ve cinsel “bilgi/kazanım”, fiziksel deneyimden bağımsız olarak edinilirse kıymetlidir. İdeal aşk, fiziksel temasla “kirletilmemiştir”. Platon’a göre, aşkın en yüce hâli geometride, felsefede ve mantıkta var olan ebedi, rasyonel idealara yönelen entelektüel dokunuştur. Romantik olan için ideal aşk ise, bir tür cinsel kaçınma pratiği ve (aşk şiirleri vesilesiyle) tutkunun entelektüel bir dışavurumudur.

Ortaçağ Romantizmi (İdealleştirme, Himaye ve Denetim)
Romantik şiir, erkeğin cinsel olarak neredeyse hiçbir zaman ulaşamadığı, idealleştirilmiş kadına duyduğu özlemi sıklıkla dile getirir. Bu “asil aşk”, hor görülen ve yalnızca üreme işlevi gören evliliğin aksine saflıkla bezenmiştir. Soylu romantizmin teslimiyete dair gösterişli ritüelleri vardır: Aşık, çok sevgili ‘kadınını’ insanlardan ve şeytani mitolojik karakterlerden koruyacağına ve onun için duyduğu cinsel arzuyu dizginleyeceğine söz verir.

Sevilenin aşık tarafından idealleştirilmesi, şiirsel içerik ve sosyal bağlam arasındaki tutarsızlıkla dile getirilir. Kadının şiirdeki idealleştirilmiş ve âdeta “putlaştırılmış” konumu, feodal toplumda aşağı görülen, üreme ve direkt işçilikten nemalanan ataerkil dayatmalara maruz kalan kadınların vaziyeti ile bağdaşmaz.

Romantikleştirilmiş bir himaye fikri, romantik erkeğin tasarısındaki başka bir fanteziden ibarettir. Kadının gerçek hayattaki sosyal güç eksikliği şiirde işlense dahi, bu durum erkek tarafından “korunma” ihtiyacı olarak yorumlanır. Romantik fanteziler, kadının sosyal güce olan arzusunu inkâr ederek, onu tehlikelere karşı koruyacak bir kahramana ihtiyaç duyduğunu söyler. Böylelikle, romantik ‘aşık’ eril fanteziden ve toplumsal gerçeklikten sinsi bir karışım yaratarak “putlaştırılmış kadının koruyucusu” olur.

Bu himaye fantezisi, aşığın cinsel arzularını dizginleyeceğine dair verdiği sözü esas alır. Ancak, romantizm böylesi bir öz-denetimi zorunlu kılan sosyal koşulları asla sorgulamaz. Şövalyenin, kadını güçsüzleştiren topluma meydan okuduğu romantik bir hikâye yoktur. Romantizm, öz-denetim sözünü kendine hakim olma yetisinin kahramanca bir göstergesi olarak yorumlarken, erkeğin ‘doğası gereği’ kadınları bir ganimet olarak almayı arzuladığını açıkça kabul eder.

Romantizm, idealleştirmeyi, himayeyi ve eril tahakkümü gözeten sosyal koşulları eleştirme konusunda neden başarısızdır? Aşık, elbette sevdiği kadının özgürlüğünü istemektedir! Kim bilir, romantizmin işlevi de, aşığın sevilenin üzerindeki sonu gelmez baskıya suç ortaklığı ettiğini gizlemektir. Belki de idealleştirme, himaye ve sevilene duyulan arzunun dizginleneceği sözü, aşığın yaratmak istediği güç imajından ileri geliyordur.

Şövalye, sevgilisini peşine düşen ejderhadan korumak adına katleder. “Kadınının” hür iradesini ve temsilini alaşağı etmiş, kılık değiştiren bir ejderhadan ibarettir.

[...]

Modern Ekoloji ve Romantizm
Ekoloji hareketlerinin çoğu, doğayı sahiden sevme ve ona dair öğrenme imkanını baltalayan romantik geleneği farkında olmadan sürdürür. Aşk, idealleştirme, himaye ve denetim yoluyla bir kez daha romantikleştirilir ve bu defa ekolojik “aşk şiiri” yaratılır.

Ekolojik Yeni Çağcılık dahi, romantik bir rol üstlenir oldu. Geçenlerde, Manchester’da, Dünya’nın uzaydan çekilen bir fotoğrafı ve “Bunu Olumla” sloganından oluşan şu afişe rastladım. Fotoğrafın altına da “Annemizi Sev” başlığıyla bir alıntı iliştirilmişti:


Zihnimde, Toprak Ana’nın kusursuz bir tasvirini canlandırırım.
Düşüncelerimin pozitif enerji yayacağını ve bu tasvirin gerçekleşmesine yardım edeceğini biliyorum.
(Willie C. Hooks, Toprak Ana’dan Mesajlar: Günlük Olumlamalar)


Romantik Yeni Çağ’ın, ekoloji hareketine sızmaya yeltenen “doğa idealizmi”ni anlatmak için bu örneği seçtim. Alıntı, doğaya dayatılan romantik idealleştirmenin açık bir ispatı. Burada da romantik (olan), etraflı bir bilgi ya da eylemdense, “kusursuz niyet/düşünce” ile sevgisini ifade etmeyi seçiyor. Hooks’un fikri, diğer deyişle “kusursuz tasviri”, doğaya dair bildiklerimizi ya da ona duyduğumuz sevgiyi göstermenin uygun bir yolu gibi görünmeye başlıyor. Biricik doğanın sosyal bağlamına değinmek, sosyal eylemin gerekliliğinden bahsetmek pek de romantik olmazdı.

Doğa, derin ekolojinin kullandığı metaforlarda da idealleştirilmekte. “Toprak Ana” ve “Ana Tanrıça Gaia” tasvirleri, doğayı eko-şövalyelerin onu kurtarmak için hayatını riske atacağı kusursuz, ideal ve fedakâr bir kadın olarak yansıtıyor. Kirkpatrick Sale, biyo-bölgeselciliğe dair yazdığı Dwellers In The Land’in ilk paragrafında, neredeyse cinsel bir arzuyla doğayı anlatırken şöyle diyor: “nefes alıp verdikçe hareket eden kutlu, iri göğüsler. . . yeşil, mavi ve griden titreşen bir küre. . . hızla atan bir kalp. . . toprak ana, Gaia”. “Sahipsiz Gaia” adlı bölümde ise bu duygu yüklü, idealleştirilmiş tutumu ileri götürüyor: başlık, doğayı açıkça terk edilmiş, çaresiz bir kadın olarak kişileştiriyor. Sale, sonraki satırlarda “Gaia’nın unutulan yönlerinden” dem vurarak ormanların ve bahçelerin asırlardır nasıl yok edildiğini anlatıyor. Fakat, gerçek bir romantik gibi yalnızca tek bir noktaya odaklanıyor ve sevgili Gaia’sını kuşatan sosyal koşullara neredeyse hiç değinmiyor. Kadının azalmakta olan sosyal görünürlüğünü, doğal ekosistemleri yağmalayan ataerkil toplumlardaki yerini unutmuş gibi görünüyor. Öyle ki, “Gaia” adındaki biricik “kadınının/doğasının” aşağılandığı fikrine tutunup kalmış.

İdeal aşk, “kusursuz/lekesiz” bir kadına duyulan özlemse, “Doğa Ana” hiç kimsenin düzemeyeceği o kadındır! Romantizmin gözünde doğa, nihai “Platon kadınına”, fiziksel boyutlarından arınmış saf bir idea’ya dönüşüverir. Salt bir semboldür. Arabaya yapıştırılan bir çıkartma, size “Anneni Sev” diye emrettiğinde buna nasıl karşı koyabilirsiniz ki? Eril tahakkümün ağından kurtulmak için mücadele eden annenizi sevmek yerine, soyut bir toprak ana fikrini sevmek çok daha kolaydır.


Kaynak: Ecofeminism: Women, Animals and Nature, 1993, s. 219-224















Yorumlar

Popüler Yayınlar