Ekoloji ve Romantizm Kültü - II




Eko-Şövalyeler

Doğanın idealleştirilmesine meyletme, onun ‘zayıf ve saldırıya açık’ mevcudiyetini koruma fantezisiyle bütünleşmiş durumda. 1990’daki Dünya Günü kutlamaları boyunca, mavi ve yeşille ‘iyimserleştirilen’ dünyayı kurtarmış ve avuçlarının içine almış iki beyaz erkeği tasvir eden tişörtler mağaza vitrinlerinde sergilendi. Kocaman gözleri, uzun kirpikleriyle açıkça ‘kadınlaştırılan’ geyikler, foklar ve kuşlar bu avuçların etrafında kümelenmişti. Resmin altındaki “Anneni Sev” mesajı ise açıktı: Doğa bu haliyle ‘bir kız çocuğu gibi’ kusursuz, masum ve yardıma muhtaç. Onu başkalarının elinden kurtarmalıyız.

Ancak, doğaya karşı takınılan bu romantik tavrın çok daha fena bir tarafı var. Romantik korumacılık, erkeklerin kadınlar ve beyaz olmayan bireyler üzerinde kontrol sağlama ve onları aşağılama arzusunu gizliyor. Örneğin, Earth First! topluluğunun üyeleri ve derin ekoloji hareketini savunanlar, sorunun “kalabalık nüfus” olduğunu düşünüyor ve yayınlarında “Anneni Sev, Anne Olma” gibi mesajlara yer veriyorlar. Ne çelişkidir ki, “Toprak Ana”ya sevgilerini bahşeden bu erkekler, anneleri doğayı değersizleştirmekle suçluyor. Üçüncü Dünya ülkelerindeki kadınlar,“Toprak Ana’yı korumak adına” ‘kafasızca, kontrolsüzce yavrulayan, kahverengi tenli kadınlara’ indirgeniyor. Bu sırada “Gaia”, idealleştirilen, kusursuz kılınan ‘esas’ anne, boş durmayan rahimlerinden kurtarılmayı bekliyor.

Romantik korumacılık fantezisi, sosyal gerçekliğe dair eril kavrayışla eril fantezinin kendisini harmanlar. Romantik (olan), toplumun kadınlara uyguladığı, kibir ve cehaletten yüz bulan baskıda kendini sürdürebildiği gibi, “kadın-doğayı” koruma üzerine kurduğu fantezisini işlemeye devam eder. Onu zevkle sindirmek için ‘şımartmıştır’. Buna karşın, konu nüfus olduğunda romantik korumacılığın ifşası, dengesiz nüfus artışının patriyarka, sömürgecilik ve kapitalizmin bir sonucu olduğunu kavramaya yardımcı olur. Böylesi kurumlar, kadınları kendi kültürlerinden ve geleneksel doğum kontrol yöntemlerinden mahrum bırakır. Tarih boyunca, kadınların nüfusu kontrol etme konusundaki maharetleri aşikârdır. Ancak, kültürel birikimleri ve hür iradeleri ellerinden alındığında, buna dair pratikleri de unutmaya başlamışlardır. Yüksek bebek ölüm oranları ve soyun devamı için çocuk sahibi olma arzusu da kadınları rızaları dışında doğum yapmak zorunda bırakmıştır.

Nüfus fetişistleri, Üçüncü Dünya ülkelerindeki “aşırı nüfusun” yeryüzü kaynaklarının fakirleşmesinde pek az bir payı olduğundan neredeyse hiç bahsetmezler. ABD’de yaşayan orta-sınıf beyaz bir bireyin tükettiği gıda ve enerji miktarının, Üçüncü Dünya ülkelerinde yaşayan birinin tüketiminden üç yüz kat fazla olduğu akıllarına bile gelmez. Birinci Dünya Ülkelerindeki kuruluşların doğal kaynakları tüketme ve çevre kirliliğine neden olma konusundaki koltuk yarışını da elbette inkâr edemeyiz. Ne yazık ki, en az tüketenler ısrarla suçlanırken, çevre soykırımının failleri üç maymunu oynamaktadır.

Bill Devall ve George Sessions gibi derin ekoloji hareketi mensupları, kadınların mevcut sosyal durumunu göz ardı etmekle de suç işlemiştir. Metinlerinin çoğunda, doğayı korumak için güttükleri kaygı neredeyse özneldir. Romantik ekolojinin şen edası, doğanın değersizleştirilmesinin altında yatan nedenlere ve çözümlere dair kadın düşmanı, kokuşmuş analizlere kılıf uydurmakla yetinir. Derin Ekoloji’deki şu bölüme bakalım:

“İnsanlar, bireysel ve tabii kolektif olarak, nesli tükenmekte olan türlerden çok daha kıymetli bulunur. Doğal süreçlere insan eliyle ölçüsüz müdahale, diğer türlerin neredeyse yok olmasına neden olmuştur. Derin ekolojistlere göre denge, uzunca zamandır insanların lehinedir. Şimdiyse, diğer türlerin yaşam alanlarını korumak için bu dengeyi yeniden kurmak...el değmemiş yerleri korumak mecburiyetindeyiz”.

Bu pasaj etraflıca incelendiğinde, doğayı “koruma” denen bu coşkun arzunun altında yatan seksizmi, ırkçılığı görmek mümkündür. Romantik çevre bilimciler, “insan” adıyla yavan bir kategori inşa eder ve doğanın tahribinden kağıt üzerindeki bu grubu sorumlu tutar. Ancak, bu gruba kimlerin dahil edildiği açık değildir. Yazarlar burada, doğaya yapılan “insani müdahaleye” isteyerek veya menfaatleri uğruna katılmayan, “doğuran bedenlere” indirgenen ve doğayla birlikte yağmalanan kadınları mı kastediyor? Dünya “kaynaklarına” ve sermayeye sahip olan, onları denetleyen kadınların oranı yüzde 1’in de altında. Öyleyse bu durumdan kim kârlı çıkıyor?

Doğanın çektiklerinden “insanlığı” sorumlu tutmak, ekolojik krizin failleriyle birlikte mağdur olanları da harcar. Ekolojik tahribatı gerçekleştirenler kapitalizm-zedeler değildir. Üçüncü Dünya ülkelerindeki işçiler, çok uluslu şirketler tarafından çevre soykırımının aracı/yöntemi haline getirilmiştir. Auschwitz’teki işçiler misali, kültürlerini, tarihlerini gömmek için çalıştırılırlar. Bu işçiler, hayatlarını tehlikeye atan şartlarla, ücretli kölelikle her gün mücadele eder, buna rağmen “sorumlu” addedilirler. “İnsan” kategorisindeki sosyal hiyerarşinin dillendirilmeyişi, doğayla birlikte kimi kavramlara indirgenen ve değersizleştirilen bireylerin itibarını yerle bir ederek, bireysel mücadelelerini baltalamaktadır. Hatırlatmak gerekir ki, kadınların ya da beyaz olmayan bireylerin mücadelesi, doğa şövalyelerinin mücadelesi kadar romantik değildir. Derin ekoloji dramasında, eko-şövalyenin kurtarmak istediği yegâne şey insanlar değil, “Bayan Gaia”dır.

Çevrecilik ya da Romantik Bir Öz-Denetim

Çevre ahlakının, toplumun doğayı değersizleştirme kabiliyetine ket vurduğu fikri genellikle kabul görür. Tıpkı, saraydan çıkma bir ozanın, aşkının göstergesi olarak sevdiği kadına ‘el sürmeyeceğine’ yemin etmesi gibi, toplum da doğaya duyduğu sevgiyi çevreyi katletmeye ve yağmalamaya olan arzusunu dizginleyerek göstermelidir. ABD medyası, doğaya karşı takınılan ve gittikçe popülerleşen bu bastırma hâlini farklı biçimlerde cesaretlendirmeye yeltenir. Reklamcılar, Amerikalıları utandırmak ve onlara düşen payı hatırlatmak için duygu yüklü imgeler kullanır. Örneğin, Pepsi’nin bir kampanyasında gölette yüzen yavru ördekleri ve yanı başlarında oynayan küçük çocukları gördük. Pembeye boyanmış slogan şöyleydi: “(Onları) Koruyun: Bunu Hak Ediyorlar”. Flu bir mercek ve beyaz çocuklar, “doğa koruma” fikriyle çocuk istismarına karşı yapılan uyarıyı etkileyici bir şekilde bağdaştırmıştı.

Çevre Savunma Fonu ise, reklam kampanyalarında Dünya’nın uzaydan çekilmiş bir fotoğrafını hiddetle buruşturan iki beyaz erkeği gösteriyordu. Alaycı, sert bir ses takip ediyordu onları: “Geri dönüştürmezsen, hepsini heba etmiş olursun”. Her iki örnekte de net bir mesaj var: İnsanlar doğayı “çöpe atma” arzularını dizginlemezse, doğa hapı yutmuş demektir.

Bu romantik öz-denetim iki açıdan sorun teşkil eder. Bir yandan toplumda özelindeki ve toplum ve doğa arasındaki yabancılaşmayı körüklerken, diğer yandan doğanın ve sosyal adaletin asıl düşmanlarını kollar. Batılı, endüstriyel kapitalist toplum doğaya yabancılaştırılır. Ekolojik kuram, bu yabancılaşma hâlini iyileştirmek için insanlara çevresel değişime dair kopuklukları ve rolleri ile uzlaşma çağrısı yapmalı; insanın toplum ve doğayla işbirliği yapma ve sosyalleşebilme yetisinin ayırdına vararak bunu ifade edebilmelidir. Doğadaki insan/doğa insanı olma kabiliyetimizi yeni, yaratıcı ve özgürleştirici bir biçimde yeniden keşfetmek gerekir.

Ancak, öz-denetimci çevresel çağrı, toplumun doğayla kurduğu olası ilişkiye dair karamsar bir bakış açısı sunar. Doğa ile ilişkimizin, özü itibariyle, doğayı iyileştirme arzusundan ziyade onu yerle bir etme arzusunu bastırmamızdan ileri geldiğini önerir. Burada bastırma/öz-denetim [constraint] manasını alan sevgi, insanın doğaya, doğal yaşama yaratıcı bir biçimde dahil olma arzusunu beslemek yerine, yalnızca zaptetmeye yeltenen, yıkıcı arzunun bastırılmasını ifade eder. Bu bastırma hâli, doğayı toplumla işbirliği yaparak sevmeye yönelik potansiyelimizi fark etme ve/veya bunu talep etme yetisini de elimizden alır. Böylelikle, korumamız gereken “biçare kadınların” ya da “zavallı Doğa Ana’nın” olmadığı bir toplum yaratma istencimizi keşfetmekten aciz kalırız. Yalnızca kısıtlamaya odaklanmak, sosyal ve ekolojik yozlaşmanın her türlüsünden uzak bir toplum inşa etme ihtiyacını alt edecektir.

“Baskıcı sevgi”, tabiatımız gereği, (toplumsal düzen içinde) birbirimize ve doğaya karşı tahripkâr davrandığımızı savunur. “Özgürleştiren sevgi” ise, diğer insanların ve elbette doğanın gelişmesine katkı sağlayabileceğimizi ifade eder. Burada, sorunun diğer kaynağına varmış oluruz. “Romantik öz-denetim”, doğayı ve sosyal adaleti asıl tahrip edenleri gizler. Fütursuzca yürüttüğü mantık ise şudur: Kötüye kullanmaya/bozmaya yönelik arzunun bastırılmasıyla sevginin hakikati ispatlanıyorsa, istismara uğrayan doğa (onu) seven öznenin kendini dizginlemekten aciz oluşunun bir neticesidir. Bu çıkarsamaya göre, her birey doğaya ihanet ettiği gerekçesiyle azarlanır ve utanç duymaya zorlanır.

Doğaya ve dünyaya ihanet edenler, çevresel tahribi körükleyenler, kendilerini dizginlemekten aciz bireyler midir gerçekten, yoksa bir avuç seçkin erkek mi? Arzu ve hırs arasındaki ayrım burada çok daha mühimdir. Arzu, yeryüzüne ya da insanlara yapılan zulme açıklık getiremez. Aksine, sosyal ve ekolojik ilişkileri iyileştirebilecek özgürleştirici yöntemlerin yolunu açabilir. Kadınları, yoksulları ve bütünüyle doğayı satın alınan, satılan ve nihayetinde kenara atılan bir ganimete indirgeyen asıl şey, diğerleri üzerinde tahakküm kurmaya duyulan hırstır.

Ancak, ekolojik tahribat için romantik bir bahane bulunacaksa bu pervasız “tutku” olmalıdır, hırs ya da açgözlülük değil. “Anneni Sev” yazan bir rozet taşımak, “Toplumdaki Baskıya ve Açgözlülüğe Son Ver!” demekten yeğdir. Ezilenlere karşı açılan bu gözü dönmüş savaşın faillerini ifşa etmemiz, doğaya karşı “kendini dizginleme” yeminini bozmamız ve özgür bir doğa ve özgür bir toplum arzumuzu yeniden keşfetmemiz gerekmektedir.

İdealleştirme, koruma ve öz-denetim kılığındaki romantik tasarıları bir kenara bırakmanın, sevgiye dair radikal bir yol çizmenin vaktidir. İlkin, doğaya dair bilgiyi esas alan “post-romantik” bir “gerçek sevgi” kavramı inşa etmeli; doğayı romantikler gibi korumaktansa “kolektif direniş” fikrini gerçekleştirmeli; son olarak, toplumdaki potansiyel yaratıcılığı ve dayanışmayı serbest bırakan, anarşist bir duruşla “çevreci öz-denetim” yerine alternatif bir edim yaratmalıyız.


Kaynak: Ecofeminism: Women, Animals and Nature, 1993































Yorumlar

Popüler Yayınlar